14 Kasım 2016 Pazartesi

 EKŞİ ELMALAR
 
Bir yılda dört mevsim var, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış. Bir de her mevsimin kederince bir kaderi var. Kış yaşadığı ve yaşattıkları itibariyle en talihsizi gibi görünse de sona bırakılmış Sonbahar en talihsizidir mevsimlerin. Normalde bir ilkbahar varsa sonbaharın da hemen ilkbahardan sonra gelmesi icap etmez miydi? Bu soruyu kerelerce düşündüm aklımca ve evet dedim kendi kendime, haksızlık edilmiş, ötelenmiş, örselenmiş ve kardeşi ilkbahardan ayrılmaya mecbur edilmiş üstelik hiçbir mirasa ortak edilmeden bütün hüzünleri üstlenerek, mutluluğun ez uzak köşesine, pay edilmemiş bir yalnızlığın tamamına mecbur edilerek öylesine bırakılmış. Her canlının ömründe bir kez bile olsa uğradığı, her hikâyenin ayrılık kısmının yaşandığı mutlak sahne, en acı şiirlerin yazıldığı, en muradına erememişliğin zanlısı ve her gözyaşının suçu sabit suçlusudur sonbahar. Bu yüzden gırtlağına kadar keder iklimidir. Hangi iklim olursa olsun, takvimlerdeki döngüsünde yerini aldığında bir önceki demini hatırlatır istemesende. Bu yüzden her mevsim bir geriye gidiştir geçmişe. Bir mevsim bir başka mevsimin hatıralarına itibar etmez. Hiçbir mevsim düşünmez bir başka mevsimin atmosferinde yaşanmış ya da yaşanmaya ramak kala ertelenmişlikleri. İlkbaharda ilkbaharın hatıralarını, yaz mevsiminde yaz anılarını, kış ikliminde kışlık geçmişi, sonbaharda da sonbahar’ın sarısına yakışan ertelenmişlikleri hatırlar insanlar. Ve sonra hal böyleyken her bir iklim bir sanat dalına ve sanatçısına ilham olur. Ve çoğu kez, sanatçılar da mevsimlerinin hatıralarını yeniden yaşatırlar.Bunu en çok Yılmaz Erdoğan yapıyor zannımca ve Yılmaz Erdoğan’ı bu anlamda en çok besleyen mevsim sarı Sonbahar’dır. Güz mevsimi, dünyamızı beyaza bulamaya, kara kışa teslim bir yalnızlığa gark edişe meyletmişken, bir sinema salonundan: Etme! Diye, nidası nadasa bırakılmış bir idealin, bir idealizmin çığlığı gibi duran Belediye eski reisi Aziz Özay (Yılmaz Erdoğan) Ekşi Elmalar’ın bir sahnesinde şu filozofça repliği atıyor. : "Bizim millet 'Olmaz' demeyi sever. Olmadığı zaman da 'Ben dememiş miydim' diye övünür."işte bu repliğe denk düşebilecek bütün olmazları sinemasında başarabilmiş bir yönetmenin özgüveninin ve başarısının repliğidir bu söz. İyiki de başarmış, iyiki de ‘’Ben dememişmiydim’’kolaycılığına kaçıp ucuz haklılıklarımıza izin vermeyip hep mahçup etmiş bizi. Yılmaz Erdoğan, unutulmazlarımızın arasına, Vizontele-Vizontele Tuuba-Organize İşler-Neşeli Hayat-Kelebeğin Rüyası ve son olarak Ekşi Elmalar’la bir başyapıt daha koyduğu için, sinemamız adına teşekkür edilesi, eline sonsuza dek sağlık denilesi bir yönetmen.
Amerikalı yönetmen Martin Scorsese: Eğer film yapmak istiyorsanız, kendinize sormanız gereken ilk soru :’’Söyleyecek bir şeyim var mı?’’ sorusu olmalı diyor. Yılmaz Erdoğan’ın söyleyecek bir şeyleri olduğu içindir ki; film yapıyor, yazıyor, oynuyor fikrini de gerekçelendirdikten sonra ve her sanatçı bir iklimden beslenir tezimden hareketle Yılmaz Erdoğan’ın en çok beslendiği iklim sonbahar’dır demeye getirmek istiyorum sözü. Hazan hüznü  ya da sonbahar hüznü desem de olur. İlkbaharın hüznü muzipçedir, Kış’ın hüznü sert ve kabadır, Yaz mevsiminin hüznü buğday ve orak ilişkisince karekterli olup sonbahar’a geçiş aceleciliğindedir, ama sonbahar hüznü derindir, kırılgandır, içe işler çıkmaz kolay kolay, en beklenmedik yerde konar derinine yüreğinin. Yılmaz Erdoğan da hüznü seviyor, sonbahar’ın sarı hüznünü. Şiirlerinde, yazılarında, tiyatro oyunlarında, tek kişilik gösterisinde arka planda komediyle harmanlanmış bir hüzün hep vardır. Yaşanmışlıklarının ve en komik hatıralarının üstü hep ince bir hüzün tabakasıyla kaplıdır. Onun sanatını zenginleştiren, en muzip repliğine bile filozofça bir derinlik veren, tebessüm ettirirken gözleri dolduran etki işte bu hüzündür.
Woody Allen :’’Komedi diğerlerine göre en kurallı ve abartılı olandır. Komedide adına gülmek dediğimiz bir veri vardır ki bu veri asla uzlaşmaz ve filme alınamaz’’ diye iddia eder. Bu temellendirmesini komedinin zor bir tür olduğundan hareketle yapan Allen, büyük oranda haklıdır. Fakat Yılmaz Erdoğan, doğrudan komedi yapmak yerine ya da doğrudan dram yapmak yerine komik olanla hüzünlü olanın dengesini kurup ham olan sözü baharatlandırmayı ustalıkla becererek, Woody Allen’in dikkat çektiği zorluğun üstesinden de başarıyla geliyor. İlk filmi olan Vizontele hikâyesindeki trajedi ve travmayı ince işlenmiş mizahla anımsamamız bu yüzdendir ve bu yönetmen olarak Yılmaz Erdoğan’ın başarısıdır. Bu anlamda dramatik olanla komik olanın bileşimini en iyi başaran yönetmenlerden olduğunu düşünüyorum. Ekşi Elmalar filmi de yine bu ağlatırken güldüren, ya da güldürürken ağlatan diye ters yüz edebileceğimiz örgüyle sunuluyor. 1980 öncesi ve sonrasında Hakkâri’de yaşanmış bir hikâyeden esinlenilerek çekilen Ekşi Elmalar filmi gerek oyunculuk başarısı ve gerek senaryo örgüsü bakımından sinemamızın en iyi yapıtlarından birisi olmayı fazlasıyla hak ediyor.

Yılmaz Erdoğan, Zeynep Farah Abdullah, Şükran Ovalı, Songül Öden, Şükrü Özyıldız, Fatih Artman, Ersin Korkut, Caner Cindoruk, Cezmi Baskın’ın müthiş oyunculukları Yılmaz Erdoğan’ın daha önceki filmlerinde olduğu gibi kast seçimindeki başarısını da ortaya koyuyor.Filmin detaylarını verip merakınızı sulandırmak istemiyorum bağışlayın.Kısaca, film; İki dönem belediye reisliği yapmış üçüncü denemesinde kaybeden idealist bir baba olan Aziz Özay ve genç ve güzel üç kızının elma bahçesindeki ekşi elma ağacının şahitlik ettiği, hayallerini geleceğe evirmenin mücadelesiyle 80’lerin o acı ikliminin Hakkâri’sinde geçiyor. Görsel lezzetinin tadı hafızanızda silinmeyecek yıllar sonra tekrar izlemek isteyeceğiniz bir başyapıt.
 Filme gidin mutlaka, güleceksiniz, ağlayacaksınız aynı anda hem tebessüm edip hem gözleriniz nemlenecek ve teşekkürler Yılmaz Erdoğan diyeceksiniz. Ben demiştim ama tekrar edeyim Gellek spas Yılmaz Erdoğan ve ayrıca filmde yayla mevsimi sahnesinde dengbêje(Kürt Ozan)'a  yer verdiği için özellikle ve tekrar tekrar teşekkürler.

Not :Bu görüş ve yorumlarım amatör bir izleyici yorumu ve gözlemidir.Yılmaz Erdoğan'ın sanatını yorumlayacak ya da başka herhangi bir yönetmenin filmine eleştiri yazısı yazacak yetkinlikte asla değilim.Bu manada haddimi aşmışlığım olduysa başta Yılmaz Erdoğan olmak üzere bu işin ehli olan tüm herkesten özür dilerim...

   abdulselam akinci
14 kasım 2016 ankara

26 Haziran 2016 Pazar



DENGBÊJÊ EFRÎNÊ BAVÊ SALIH…

Dengbêj Bavê Salih Suriye'nin Halep iline bağlı Efrin ilçesinin Cindirêsê beldesine bağlı Gorda köyünde 1952 yılında dünyaya gelir. Bavê Salih takma ismidir. asıl adı (Abdurrahman Ömer’dir.)Babasının adı Hemo’dur. Yörede Hemoyê Ehmedê Beso olarak tanınınır babası.3’ü kız 5 erkek kardeşler. Kardeşlerinin dördüncüsüdür. Kardeşleri sırayla: Fehime-Ehmed-Mihemed-Abdurrahman(kendisi) –Mistefa-Necah- Ednan-ve Şaho’dur. Zeytinleriyle ünlü Efrin’de uzun yıllar zeytin bahçelerinde çalışırlar ailecek. Bavê Salih ise asıl mesleği olan inşaat demirciliğiyle meşgul olur. Arap baharı Arap cehennemine dönüşmeden önce Efrin’de yaşarlar. Suriye’deki iç savaş başlayıncaya kadar da bütün aile bir arada olur. Savaşın başlamasına müteakip yıllarda ölüm korkusuyla aile dünyanın dört bir yanına dağılır. Artık ne çalışabilecekleri bir zeytin bahçesi, ne de bir arada yaşabilecekleri bir köyleri yoktur. Şuan Kendisi, kardeşi Ehmed ve en küçük kız kardeşleri Şaho ile Efrin’de, diğer kardeşleri Fehime-Ednan ve Mistefa İstanbul’da, kızkardeşi Necah İzmir’de, diğer kardeşi Mihemed Hewlêr’de yaşamaktadır. Bavê Salih amcasının kızyla evlenir, 4’ü kız 3 erkek toplam 7 çocuğu olur. Sonra en sevdiği çocuğu Salih’in adı onun sanat hayatındaki takma adı olacaktır ve Bavê Salih adıyla Kürt coğrafyalarında nam salacaktır. Çocukları sırayla: Leyla- Salih- Şîrin- Gîvara- Narin- Şîyar-Pervîn’dir. Salih şuan İsveç’te Şerzad Efrînî adıyla baba mesleği Dengbêjliği sürdürmektedir. Kardeşi Şirin’de İsveç’te yaşamakta. Givara(Erkek ) vefat etmiş. Büyük kızı Leyla Almanya’da, Şîyar İskenderun’da, Narîn ile Pervîn Efrinde yaşamakta. Savaşın ve yoksulluğun dağıttığı bir hayat Bavê Salih’ın hayatı. Ve Suriye’deki Klasik Kürt müziğinin önemli bir temsilcisi olan Dengbêj Bavê Salih, dün değil ondan önceki gün Efrin’de geçirdiği kalp krizi sonucu Efrin’deki bir hastanede yoğun bakımda tedaviye alındı. Durumu kritik. Doktorların iyi bir şey söylememiz için 48 saat biçtikleri mülteci bir hayat… Bütün Kürtlerin yaşadıkları trajediye benzer bir kimsesizlik hali… Daha da trajik olan şu ki, ne İsveç’teki çocukları gidebiliyor hasta babalarını ziyarete, ne de Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşayan kardeşleri, ne de Irak’taki oğlu… İnşallah iyileşir. Ama ölürse şayet her fani gibi, sınırın öte yakasındaki hafızamız, geride yüzlerce kilamı öksüz ve yetim bırakarak yitip gidecek sessizce ve kimsesiz… Suriye’deki savaş olmasaydı gidip çekmeyi planlıyordum. İnşallah eski sağlığına kavuşur ve bu önemli dengbêjimizin hayatını kayıt altına alma şansına kavuşurum…

abdulselam akinci  
26 Haziran 2016
      ankara




10 Ekim 2014 Cuma


Mezopotamya ve Anadolu’da…

Feqîyê Teyran’nın,Melayê Cizîrê’nin,Yunus Emre’nin,Hacı Bektaşı Veli’nin,Pir Sultan Abdal’ın,Hz.Mevlana’nın,Ehmedê Xani’nin,Ebu Eyüp El Ensari’nin, Hz.İbrahim’in,Hz Eyüb’ün,Nuh Aleyhiselam’ın,duası;


Mem ile  Zîn’in, Leyla ile Mecnun’un, Xecê ile Siyabend’in, Cembelî ile Binevşa Narin’in, Kerem ile Aslı’nın, Tahir ile Zühre’nin, Rizgan ile Nûrê’nin, Feqî ile Müksi Sinem’in, Evdal ê Zeynikê ile Gulê a File’nin, Zembîlfroş ile Xatûn’nun,Dewrêş ile Edûl’un öte dünyaya kalmış ve bir amin deseniz kabul olacak muratları;
 

Rahip Bahira’nın kervan sarayına uğrayan kervanı takip eden bulutun, Kisra Sarayı’nın yıkılan 14 sütunu’nun, Seva Gölü’nün kuruyan suyu’nun, müjdesi;


Dağdaki çobanın, beşikteki bebeğin, hamile kadının,süt emen kuzunun,yuvasız kuşun,madendeki emekçinin, iskeledeki inşaatçının, yoldaki yolcunun, annesiz öksüzün, babasız yetimin, eli kınalı gelinin,kimsesiz kim’in,masumiyeti;

  
Aşık Veysel'in,Yaşar Kemal’in, Mehmet Uzun’un, Nazım Hikmet’in, Musa Anter'in, Cegerxwîn'in, Necip Fazıl’ın, Neşet Ertaş'ın, annelerin, babaların, ''barış çağrısı'' VAR, kulak verin bu seslere...
savaş ve kan yakışmıyor bu topraklara...!


abdulselam akıncı
10-ekim-2014
ankara





3 Ekim 2014 Cuma

Uzak...




Uzak...
 

Bütün dünya edebiyatlarında, sözcüklere boynundan büyük yükler yüklenmiştir. Günlük hayatın karmaşasını,başa çıkılamayan hezeyanları, atlatılamayan travmaları, insan aklının derinini hep sözcüklerle anlatırız. Dilsiz elçilerdir onlar,ne vakit çağırsan gelir bir şairin devrik cümlesinden. Seni anlatırken, sana ağlar da aynı zamanda, çaresi kalmamış derdinin, içini kemiren zehirin panzehiridir kelimeler. Kendi gerçekliğine güç yetiremeyenler, kelimelerin sihirli anlamlarında ifade bulmaya çalışırlar. İçinde bulunulan realitenin türlü versiyonlarına göre bir bir düşer hafızadan tümceler...
Mevsim sonbahar, aylardan Ekim, ve yarın Kurban bayramı. Günü en iyi anlatacak kelimenin arefesindeyiz. Hangi sözcük derseniz hiç tereddütsüz ''UZAK'' derim...
Uzak: Belirsizliğin adı çoğu kez, ya da ulaşamamanın kendi psikolojik tanımı. Her ne ise de, bilinen anlamına denk düşen mesafeler acıtır ve ağlatır ekseriyetle. Bu aralar,gökyüzü de uzak, yeryüzü de, sevgi de uzak sevgili de, yakın olan ve yakın olunan hiç birşeyin, uzaktaki kadar incitmediği bir ölüm iklimi. Ölen ölene, uzak düşen düşene.

Uzaktan uzağa özlemenin, uzaktan uzağa sevmenin mevsimi. Kim ki birini bir diğerine yakın kılacak olsa belki de cennetle müjdelenecek. Herkesin herkese, herkesin herşeye, insanın insanlığa uzak olduğu mülteci bir sonbahar uzaklığı.
Yakını, uzaktan düşlemek zorunda kalanların beyhude biçareliği... Mesela bir çaresi kalmamışken, sevgiliye hatırımdasın demeyi, işgal altındaki yüreğinden, acıyı püskürtmeyi  ''uzak''la mümkün kılıyor Cemal Süreyya.

Öyle uzaktan seviyorum seni,
 Yanaklarına sızan iki damla yaşını silmeden.
 En çılgın kahkahalarına ortak olmadan
 En sevdiğin şarkıyı beraber mırıldanmadan.
 Öyle uzaktan seviyorum seni
 Kırmadan
 Dökmeden
 Parçalamadan
 Üzmeden
 Ağlatmadan uzaktan seviyorum seni...

Çaresi kalmamış şairin.Uzak işte, kanadı da olsa ulaşamayacağı kadar uzak.
Dedim ya, belirsizliğin adı çoğu kez, ya da ulaşamamanın kendi psikolojik tanımı. Her ne ise de, bilinen anlamına denk düşen mesafeler acıtır ve ağlatır ekseriyetle. Hiç tanımadığımız bir coğrafyanın uzaklığını ifade ederken de aynı utangaç hüzün beliriverir. Dahası yok, ''Uzakta işte'' ulaşılamaz öyle şıp diye  "Nerede?"sorusuna da, hep o belirsiz kuşkulara gark cevap verilir.. Uzakta işte! Tek başına sadece hüzün ve özlem iken, yanına bir 'işte' eklenince, bir de kuşku düşer yüreğin derinine. Uzak... Bir türlü varılamayan mesafe, gitmekle bitmeyen o sonsuz ara, ışık hızıyla gidilse dahi kapanamayan o fark.Nede yaralıcıdır bu çelimsiz sözcük. Kırıcıdır da aynı zamanda. "Neyin oluyor?" Sorusuna "uzaktan akrabam..." derken bile akrabalığın değerini düşüren, o fesat ve ötekeliştiren kelime 'uzak'tır yine. Hangi acıyı kaldırsan altından arzı emdam eden, bütün mutluluklara burnunu sokan, hem sebep hem de sonuç olabilen o sözcük: Uzak!hiçe saymanın bir başka şekli. Hem çok şey, hem de hiçbir şeyleştiren bu mutsuz kelime bütün ayrılıkların sebebidir. Öyle değil mi? Neyimiz varsa, ne oluversin diyorsak, en çok neyi istiyor ve neye daha çok yakın olmak istiyorsak bakın hepsi uzaktadır... Yakında olmayan her şeyin olduğu tek yer 'uzak’tır. Almayın kimsenin âhını ve güvenmeyin bu çelimsiz sözcüğe... Özlemleriniz hatıralarınız sevdikleriniz hatta sevecekleriniz, kaybettiğiniz her şeyiniz O kahrolası 'uzak'tadır...

Ve son olarak.!
Yarın bayram,
mülteci bir çaresizliğin işgalinde,yerinden yurdundan edilmişlerin kederiyle,muhacirane bir hüzünle,mutluluktan oldukça ''Uzak bir bayram''olacak.
uzak olmamasını ümit ettiğim bütün iyi dileklerimi dileyerek, barışa, savaşsız günlere vesile bir bayram diliyorum.

hoş kalın...

abdulselam akıncı
3-ekim 2014-ankara



1 Ekim 2014 Çarşamba



PAYÎZ (SONBAHAR)
Payîze, demsal demsala koçberîyê ye.Axa serhedê ji ber sedemên xwezayî  zerdike îro. Çil û çîya, deşt û zozan, rewî û rêbaz, nebat û însan  di bêdengîyê de dimeşin.Li alîyê Agirî'yê meriv dibê qeyê Mele Ehmedê Xanî hîna çîroka Mem û Zîn dinivîsîne, meriv li hêla Wan'ê dinêre, tê bê qeyê Feqî,qedera xwe û Sînemê û a Şêx ê Sen'an bi qedera Bersîs ê Abît re bi teyran re parvedike û digrî ji bêmirazîya xwe û Sînem a Mûksî re.Ava mûradê bi lez û bez dikişe bi hêvîya gîhaştina Dîcle û Firatê.Payîze perperoka jî imrê xwe temamkirin, quling rêya berîyê raçevdikin. Gîha û genim hate çinîn, dengê çerxên aşa mizgînîya nanê germ didin me. Koçer ji zozanan  berjêrî  welatên deştî dibin, qîz û xortên me dewet dikin digihîjin mirazên xwe, av li çema xemgîn dikişin, çimkî erdê ku bi avên çema xwe hişînbike tune van rojên payîzê, dar û ber, her û her, tev û tev bi rengê vang gogh dîjîn. Heywaxxx payîza derenge, berfa ku li serê çîyayê bilind di rêberîya Mikaîl (a.s)’de hatîyê barîn muxbêrîya zivistanek zar û dijwar dide me, Bayê ecem, bayê qulbe, bayê çep, bayê rast dora xwe şaşdikin van rojên payîzê, carna bi hevra, carna bi serê xwe, carna bi dilek şikeştî, bi hêstên xerîbîyê diherikên ser jîyanê. Di demek nêzîk de, dûyê sobeyan yê bi esîmanên bê stûn ve hilpas bibe, û yê dengê dengbêja tevlî xwe bike û yê bi ser evînîyên veşartî de, yê bi ser evînîyên nîvmayî de, yê bi ser evîndarên ku hineya wan hatîye bayîn de bibarîne. Tava payîzê şêlû birqav dide van rojan. Şewqa tavê dide hêvîyên demsalê, kal û pîr yê bi hêvîya biharek din yê xwe bidin ber dîwaran. bi germa tava payîzê hêstirên wan ê bihele, ew çax tavîya mirinê yê bi ser kılamên dengbêjan de bigre, ewrên reş û tarî yê bi dengê Evdalê Zeynikê şev nîvê şevê bi xuricin.

 Belêêê, di van rojên payîzê û rojên ku li pey payîzê de tên de, bi dengê dengbêjan, emê carna, ji bo bê mirazîya mem û zîn bigrîn, emê carna bibin pez quvîyek li ser sîpanê xelatê gohdarî li Xecê û Siyabend bikin, emê carna bi Temo re, li deşt û zozanên emrê Evdalê Zeynikê bigerin, hinek rojan emê bi Karapet re xwe sirgûnî bin xetê bikin, emê carna li Helepçeyê bi bîhnan sêvan bimrin, emê bi dengê Şakirê Bedîh li zozanên serhedê herîn koçerîyê, emê carna bi îzna Hıseynê farê, ji bo xatirê çev û birîyên reş û belek ê Têlîya malxirab, emê heft qûşkan ji hef birayan re têxin berdêlî, emê bi sewta Reso, li ser baskê qulingekî mektûbekî ne nivîsandî ji kul û derdên xwere bişînin, di bin giranîya xem û xeyalên me de, baskê qulingê yê bişkê, ew qulinga yê bibe mêvanê evdalê zeynike, evdal yê kor be, qulingê saxbe, wexta quling saxdibe evdal îdî kal dibe. emê li ser tirba Ehmedê Xanî, ji mele Ahmedê Cizîrî re fatihek jî bixwînin, emê ji ber xwe kılaman derxînin li ser eşqên xwe, lê gotinên me yê dilê me rehetneke, emê bi dengê dengbêjan, şopa aşıqên ku gihîştinin mirazên xwe bigerînin. Emê bibin payîz, bibin zivistan,emê bibin bihar, bibin havîn, çi kin, çi dirêj, ya rast ewe ku dengbêja li ser dilên xwe nîvîsandine dîroka me, Demsal payîze, roj kin, şev dirêjên, dengbêje bêjin emê gohdar bikin, emê gohdar bikin dengbêjê bêjin ku heta, li baxên Feqîyê Teyran dîsa biharek nû hat…

abdulselam akıncı 
ekim 2014-ankara 




 EKŞİ ELMALAR   Bir yılda dört mevsim var, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış. Bir de her mevsimin kederince bir kaderi var. Kış yaşad...